Yaşadığımız toplumda o kadar doğru bildiğimiz yanlışlar var ki inanın senelerce yazsanız, cilt cilt kitap oluştursanız yine bitiremezsiniz. Dostlarımız  bilir yazılarımızda genellikle biraz da olsa bu eksikliği gidermeye çalışırız.
         Atatürk’ün güzel ve bir o kadar da önemli bir sözü var: “ Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” Ne yazık ki tarihi yapan bir millet olarak biz Türkler yazmak konusunda oldukça ihmalkar olmuşuz. Orta Asya tarihimizi Çinliler’den, Selçuklu tarihimizi İranlı İbn Bibi’den, Osmanlı tarihini İngiliz asıllı Amerikalı Seyyah Prof. Bernard Lewis’den öğreniyoruz. Daha yakınlara geldiğimizde ise kaynaklarımız Polonya’dan İstanbul’a göç edip müslüman olan Mustafa Celaleddin ile Fransız Léon Cahun oluyor. Onlardan öğrenip öyle zannediyoruz.
         Sonra çıkıp sohbetlerde başlıyoruz; ”Türkler göçebe bir toplumdur.” Yok kardeşim Türkler sizin ya da onların kastettiği manada sebepsiz, amaçsız, başıboş bir yer değiştirme hareketi yapan sadece çadırda yaşayan çobanlar değillerdir. Her toplum, yaşadığı coğrafyanın potansiyel imkânlarını değerlendirerek hayat sürer, hayat tarzı da buna göre belirlenir. Deniz kenarında değilseniz balık-meze kültürünü nerden bileceksiniz? Ya da tahıl üretimi olmayan toplum Türkmen pilavını, ara(b)aşını, çullamayı, sulu köfteyi nerden bilsin? 
        Türk kültürünün iki önemli öğesi vardır. At ve Demir. Başıboş gezende at olmaz. Demiri ise ilk kez işleyip ona şekil vererek Demir Çağı’nı başlatan millet Türklerdir. Türkler için demircilik adeta bir yaşam tarzı ve töresidir ve bir demirci çocuğu olarak söylüyorum; bahsedilen zamanda demircilik, kültür ve medeniyet seviyesinin göstergesidir.
Günümüzde üç kıtada kültür ve uygarlık izleri sürülebilen Türk milleti, aşağı yukarı dört bin yılı bilinen kadim bir geçmişe sahiptir. Asya’nın ortalarından, etrafa yaptıkları sürekli göç hareketleri, onları göçmen ya da göçebe yapmaz. Bu tabirler tarihimizi de yazan ve yazdıkları dönemde rakibimiz de olan milletlerin aşağılama ifadesinden başka bir şey değildir. Göçebe’den kasıt onlarda ;“İlkel Toplum” anlamındadır. Oysa Türklerde ilkellik bir yana her yapılan harekette, göçte bir düzen, intizam vardır. Çünkü Türkler ilkel ya da kendini uygar gören toplumların aksine organizedir, teşkilatçıdır. Teşkilatçılık ise millet olma, vatan ve devlet olma bilinci olan toplumlara has bir yapıdır. Anadolu’ya, hatta daha ötelere göç, bu teşkilatçı yapının sayesinde hep planlı ve örgütlü olarak gerçekleşmiştir. 
Ha derseniz ki “kışın kışlak yazın yaylak” bu kabul edilebilir bir olgudur. Hayvancılığın ve bozkır kültürünün yansımasıdır ki hala devam eder. Kırşehir’de bile eski insanlar kışın ŞAAR evine yazın ise bağ evine taşınırlar. Bu gelenek birçok ailede bugün de devam eder.
O halde bir yanlışı daha düzeltelim. Kırşehrimiz’de sıkça kullanılan “ŞAAR” bilinenin aksine şehrin kabaca söylenişi değildir. Şaar : Etrafı surlarla çevrili alan anlamına gelir ki ve bizatihi şehrin ta kendisidir. Kırşehir’in merkezi Kale Höyük ve etrafının sur ile çevrili bir alan –belki de iki- olduğu bilinmektedir. Yine Kuyubaşı’ndan başlayan Çaydeğirmeni’ne, Ökse, Kındam,Hızırağa, Dinekbağı, Üçgöz, Bağbaşı,Değirmenderesi Akbayır,Çarıklı ,İspallaz  bağevlerinin olduğu mekanlar olmuştur.Buralarda hem hayvancılık ,hem Istar(Halı-Kilim dokuma) , hem de meyve –sebze üretimi yapmışlardır. Özlemle…

Makale Yorumları
yorum
Mehmet tanrikut
09.03.2022 11:59:11

Güzel anlatım olmuş kalem tutan eline sağlık birde eskindostkarun unutulup baglntikarin koptuğunu anlardan yani bir şarkı varya unutulmus birer birer eski dostlar eski dostlar bu sarkiyi dinleyipde bunu yazi haline getirsen memnun oluruz teşekkurler

Makaleye Yorum Yazın
Yazarın Diğer Makaleleri