“Gelin gülle başlayalım atalara uyarak
Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine”
Rahmetli Sezai Karakoç, "Zamana Adanmış Sözler" kitabının “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine –I” de şiire böyle girer. Şiirin besmelesi gibidir. Ben öyle düşünürüm. Gülü selamlamalı, gülle selamlamalı ki tebessüme dönüşsün bütün yüzler.
Şu karşı evin penceresinden anne çocuğunu çağırıyor. Pencerede duran genç kız, yağmaya başlayan yağmurun sesiyle annesinin gelip görmesini isteyen bir çağrıyla inletiyor evin içini. Sabahın o eşsiz vakti girdiğinde, mahalle camiinden ezan sesini duyunca uykudan uyanıp, yatağımın içinde oturup dinlediğim, ilk ezan sesi yerleşiyor gönlümün ta ortasına. Bunlar birer şiir çağrısıdır.
Güneş, öyle sessizce doğuyor ki farkında olmuyor insan. Özel olarak güneşin doğumunu izlemesi gerekiyor bireyin. Bir tepede gündoğumunu bekleyerek geçirilen vaktin de bir çağrısı olmalı. Gün biterken, güneşin ayrılışı bir hüznü andırır gibi ufku sarıyor, kızıllıklar renkten renge dönüyor. Sanki sevgili çekip gitmiş gibi her şey boynunu büküyor. Bulutların verdiği fotoğraf ressamların, şairlerin, sanatkârların dudaklarını uçuklatacak düzeyde hayranlık uyandırırken bununda bir çağrı olduğunu düşünüyorum. Merhum Yahya Kemâl Beyatlı “Üsküdar” şiirinde; “Akşam güneş batarken Cihangir’den Üsküdar’a bakınca, güneşin aksettiği camları altından saraylara” benzetiyor ya onu anımsıyorum.
"Git bu mevsimde grup vakti Cihangir’den bak
Bir zaman kendini karşındaki rüyaya bırak
Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan
Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan"
İstanbul’dan Başkent’e doğru arabamızla yola çıktığımızda yağmur filan yoktu. Birden bire bir rüzgâr, bir fırtına, bulutların rengi değişti, hava aniden karardı, bir yağmur havası estikçe bunu hissetmemek mümkün değildi. Arabanın açık duran penceresini çoktan kapatmıştık bile. Bu geliş gidişlerin de, hissedişlerin de bir çağrıyı taşıdığında kuşkum yok. Gidişlerin nasıl ki dönüşlere gebeliği varsa, çıkan rüzgarın da, fırtınanın da, yağmurun da söyledikleri vardı.
Durup dururken yapraklar sararmıyor, renkleri kahverengiye, kızıla çalmıyor. Bir mevsimin bitişi ve yeni bir mevsime geçişiyle havaların değişmesi, yaprakların savrulmaya, dökülmeye ve farklı bir armoniye başlamasıyla fotoğraflar çekme hevesimiz bu kez sonbaharın alev sarısı saçlarına dönüyor. Bu çağrı bizi, tabiatın sarıdan kahveye ve kızıl saçlı orman kızına gözlerimizi çeviriyor.
Tam fotoğrafları çektiğimiz coşku içerisinde bulutların hareketliliğiyle son baharda resme düşen karelerle meşgulken yine bir çiseleme hissiyle yağmur kendi varlığından haberler taşıyor bize. İşte şiir budur diyorum. Bir kuytu köşede bekleyip durduğumuz saçak altında yoldan geçenleri, ağaçları, savrulan yaprakları, bir evden genç bir kızın kardeşini çağrısını, bir kedinin, bir köpeğin kendini bir kuytuluğa atışını gözlemlerken yakaladıklarımın her birisinin de şiir olduğundan şüphe etmiyorum. Sonra yağmur öylesine hızla yağıyor ki. Sanıyorsunuz hiç durmayacak. Bardaktan boşalırcasına denir ya öyle yağıyor. Damlalarını izliyorum. İlk başlangıçtaki çiseleme çoktan çekip gitmiş yerini iri damlalara bırakmıştı. Ne kadar yağdı, ben ne kadar yağmuru o çatı altında izledim. Kaç araba, kaç insan gelip geçti saymadım. Hızla, coşkuyla durmayacak hissiyle yağan yağmur hafiflemeye başladı. Biraz sonra da sanki hiç yağmamış gibi duruverdi ya şiir buydu işte.
Yağmur durmuş, yeniden yollarda, kaldırımlarda hareketlilikler başlamıştı. Güneş başını uzatmış bulutlar kaybolup gitmişti. Belli bir hızla devam ettiğim aracımla sonbaharın kolları arasından Bolu dağlarına doğru tırmanıyordum. Yağmurun ardından oluşan gökkuşağıyla ben yedi renk diyeyim sen yetmiş rengin birbirine geçtiğini söyle, öylesine güzeldi ki bakmaya doyamıyordu insan. Bu gökkuşağı da her bir insana bir çağrıydı elbette. Çocuklar çığlık çığlığa gökkuşağına bakıyor. Yoldan geçip gidenler, sevgililer birbirlerine gösteriyorlardı. Hiç kuşkum yoktu bundan. İşte buydu şiir, işte şiirin çağrısı buydu. İçimde akan ırmaklar vardı alabildiğine eleğimsağmaya ulaşma isteğiyle tabiatın sonsuz sunduğu musikiyi duyuyor gibi oluyordum. Bence bu hissettiğimdi şiir.
İnsan günü yaşarken onlarca olayların içinden geçiyor. Onlarca kelimeler dünyasından cümleler kuruyor. Hiç aklına gelmeyen konuları konuşuyor birileriyle. Karşılaştıkları insanlarla merhabaların, selamlamaların, muhabbetlerin, dertleşmelerin akıp gittiği bir ırmağa dönüyor kelimeler. İnsan ve kelimeler, insan ve lisan birbirini asla bırakmıyor. Gün içinde var olan her eşya, her hadise, her tavır, davranış, insandan insana ulaşan, dokunan, değiştiren, dönüştüren, kıran ve inciten, seven ve sevdiren yanlarıyla geçip gidiyor. Biliriz ki geçip giden elimizdeki imkândır, bize ait kaybedilmiş zamanlardır. İçinde olduğumuz anda onu kıymetlendirebilmiş isek son derece mutlu olduğumuz gözlerimizden tavırlarımızdan, hallerimizden, sözcüklerimizden anlaşılıyor demektir. Her daim aynı minval üzere yaşanmıyor, aynı kalınmıyor. Her an saliselerle kalpten gönle doğru bir değişim içinde olduğumuz gerçeğini de hatırlıyorum elbette. İlk ışıktan, sabahın sessizliğini çözümleyen ışıktan tutunarak güne başladığımız ve akşamın alacasında yorgun bir hal ile düşlerin farklı atmosferlerden yüze yansıyan emareleriyle kelimelerinde kendiliğinden yuvalarına doğru çekildiğini de biliyoruz elbette.
Ağır ağır çıkıyoruz Ahmet Haşim’in merdivenlerinden çıkar gibi. Gün yorulmuştu ya kelimelerde yorgundu artık. Şiirin varlığını çözümlemeye çalıştığımız gün, henüz bitmedi ama bir disipline doğru yolculuğu kendiliğinden gerçekleştirmeyi denedik. Akşam kutlu evde, kutlu çocuklarla, çocukların anneleriyle, dedeler ve nenelerle, teyzeler ve halalarla, amcalar ve dayılarla birlikte güne dair değerlendirmeler kısa cümleler halinde sofranın bir yanında bağdaş kurup oturdular. Sofrada güne dair her şey sıcacık çorba eşliğinde akıp gitti. Herkes birbirine bir şeyler anlattı. Büyükler çoğunlukla dinlediler. Ara cümlelerde nasihate benzer emir kipleri bulundu. Sofra duası da bir şiire yansıdı. Hayatın tam da ortasında, yüreğin hissedişinde duruyordu şiir.
Gece aydınlıktı. Gökyüzü pırıl pırıl yıldızlarla doluydu. Ne çok severdik ilk gençlik yıllarından itibaren gökyüzünü izlemeyi, yıldızlardan bahsetmeyi. Kayan bir yıldızla dilekler tutmayı, her gökyüzü izlencesinde sanki bir yıldız kayacak ve ilk gören olunacaktı ve dilekler tutulacaktı. Yıldızlı gecelere, hilale tutunduğumuz “bir hilal uğruna Yarap ne güneşler batıyor” mısrasını her defasında tekrarladığımız gecelere bir de dolunaylı gecelere ne çok hayrandı insan. Hayrandık her birimiz.
Şiir bundan gayrı neydi ki?
Yıldızlı kelimeler topladım sensiz
Ellerimi uzattığım boşlukta var mıydı ellerin
Şu karşı tepe de ne çok yakınmış meğerse
Değdi değecek göğün katına şiir
Şiir, senin saçlarındı aşikâr
Şiir, kavruk yüzlü sonbahar çocukları
--
Bir Anadolu gencinin büyük bir gayret ve çaba ile şiire böyle hassasiyet göstermesi , güzel bir anlatımla bizlerin dikkatini çekebilmesi elbette çok kıymetlidir.Birilerinin "ayağa düştü şiir" demesinden şiiri kurtarıp ,"Ekmek gibi azizleşir"kıvamında bizlere sunması,Zamanın bir şiir gibi akıp giderken onun kıymetini bilmeyi bize hatırlatması ,farkında olmadan geçen dakikaların büyük bir kayıp olduğunu ,Bütün bu hayatın anlamlı bir hale gelebilmesi için ,doğadaki yaratılışların bir şair gözüyle izlenmesi gerekliliğini vesselam şiirle hayatın içiçe grift ve esrarengizli hissiyatı renklili var bu satırlarda demek geldi içimden ..gecenin sonuna doğru Recebin Garp'liğinde ve müminin kardeşliğinde.Selam ve dua ile....