Gün-an ile yanyana konulabilir. İçinde bulunduğumuz vakte işaret eder. İçinde bulunduğumuz gün, son gün, dem son demdir. Bir evvelki gün kaybolmuş, gelecek zaman bilinmezlik sırrına sarılmış, mesele; içinde bulunulan zamandır, yani gündür, dahası andır. Son an, son dem, son vakit, son zaman, son nefes, en kıymetli olanıdır. İşte bahse konu ettiğimiz gün-an-dem böylesi sırlarla doludur. Hikmet ehli, tasavvufu, “vaktin ilmini-kıymetini bilmek” diye tarif etmişler. Bunu da “dem bu demdir, dem bu dem” deyişiyle sırlamışlardır. Zamanın çocuğu anlamında “İbnü’l Vakt”, zamanın babası-sahibi anlamında da “Ebul Vakt” olarak tefekkür etmişlerdir.
 Uzun yıllar önce kendimce mühim bulduğum bir rüya görmüştüm ve bana denilmişti ki; “hepimiz vaktin sahibine muhtacız”. Uyandığımda bu cümleyi tekrar edip duruyordum. Yıllar oldu sahiden de öyledir; “hepimiz vaktin sahibine muhtacız-emanetiz.”
 İnsan bilmeli ki, her an yeni doğumlara gebedir. Her an yeni muştularla karşılaşılmaktadır lakin fark edemediğinden fırsatlar başka diyarlara yol almaktadır. Fırsat, değerlendiğinde önem arz eder. Buna sebeptir ki iki kişinin birbirini anlaması, ruhen ısınması, karşılıklı ihtiyaçları bilen Allah’ın ikramından başka bir şey değildir. İkrama şükretmek de bir kulluk ödevidir. İnsanlar birbirlerinin dostları, velileridir. Öyle ifade ediyor Kuranımız. Demek oluyor ki ele geçen her neyse onu kaybetmeden fark etmek ve yeterince istifade edebilmek lazım gelir.
 Cemal Süreya “Vakit Var Daha” şiirinde şöyle ternüm ediyor;
“Elif Lam Mim. Yirmi üç haziran dokuz yüz altmış yediBulanık atmosferin içinde gözlerim sımsıcak;Yel değirmeni’nden denize sarpa sararak inen bir sokakta.Vakit tamamdır diyorum. Ve sokağın sesi
Diyor ki değil dahaVakit var daha”
Şair şöyle ifade ediyor; “Beni sana, seni bana taşıyan bir şey var/İçten içe alıp götüren bir şey” sabah esintisi gibi. Belki bir menekşe kokusu, belki bir sümbül edası ya da bir gül rayihasına benzer bir akış, bir hissediş, bir duyuştur bu. Bu tür zamanlarda neden aramaya gerek yoktur. Yalnızca hal içinde hâllenerek yolu düzgün yürümek icap ediyor.
 Baki’nin çok güzel bir beyti var;
“Şöyle naz uykusuna varmış o yar ey Baki
Ki cihan halkı figan eylese bidar olmaz”
 Bütün cihan figan eyleyip ortalığı velveleye boğsa Baki’nin sevgilisini naz uykusundan uyandıramaz. Öylesine güçlü bir söyleyişle söylüyor ki Baki, mübalağa sanatıyla taçlandırarak feryadı figanı sessizliğe gömüyor. Adam adamı önemser. Adam gibi adamlara susar. Adam gibi adamlara omuz verir. Adam gibi adamlarla yürür. Hayatı böyle yürümek anlamlı kılar. Kalbini, aklını sağlam tutmalı insan. Ne oluyorsa orada oluyor. Kalp sağlam durmayınca eylemler bozuluyor. Doğru sandığın adamlar-erler diyarında tufanlar dolaşıyor. Bunu görebilecek, sezebilecek iç derinliğe muhtaç bu çağın insanı. Eylemler duaya dönüşüyor, kul bunu idrak etmeden eldeki avuçtaki ne varsa heba olup gidiyor.
 
Bakınız, Kâinatın sahibi olan Rabbimiz Kuran’da bazı kelimeler, vakitler, kavramlar üzerinden yeminler ediyor. Bunu doğru kavramaya mecburuz. Çünkü vaktin sahibi olan Allah’tır. “Asra, geceye, gündüze, zeytine, incire, kuşluk vaktine” yeminler ediyor. Burada zaman kavramına yemin dikkatimizi çektiğine göre zamandan-vakitten kast edilen de bizatihi kendisidir. “Zamana-vakte küfredilmemesi” gerektiğini de Peygamber’in (as) ifadelerinden anlıyoruz. “Evvel benim, ahir benim” denildiği de unutulmamalıdır ki bu bize sorgu-akıl kapısını açmamızı sağlıyor ki ortası kim sorusunu sormaktan imtina edilmiyor. Tayyi mekân konusu da ayrı bir konu olarak hemen yanı başımızda duruyor. Zaman içinde zamanı elde etmek kolay kavranacak bir durum değildir. Öyle olsa bile, bunu inkâr da insanın acziyetine- zayıflığına, küçüklüğüne işaret eder. “İlmin bir nokta oluşu ve onu cahillerin çoğaltması” da işin başka bir tarafıdır. Burada ki işaret aslında “Ali ilmin kapısı, ben şehriyim-ilimin kendisiyim” gerçeğiyle bizleri buluşturuyor. İlim bir nokta yani tekliğe yöneltiyor insanı ki çokluktan tekliğedir yolculuk. Kıyamet haberlerinden olan günlerin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Bir bakmışsınız sabah, bir bakmışsınız akşam oluvermiş. Nasıl geçip gitmiş diye hayret edeceksiniz diye perdeler aralanıyor. Bunu kavramaktır idrak. Dahası madde çözülüyor, çözülüyor enerjiye yani nura ulaşıyorsunuz. Bugünkü çağda buna kuantum deniliyor.
 
“Monna Rosa” şiirinde bakınız Sezai Karakoç nasıl ifade ediyor;
“Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat on ikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona”
 
Allah (cc) her şeyi kuşatmıştır. Evveli de, ahiri de, geçmişi de, geleceği de bilen O’dur denildiğinde zaman kavramı hiçleşiyor. Sonsuzluk denilen bir kavrama tutunuyorsunuz. Sonsuz olandır. Evveli yoktur. “Kendini bilen rabbini bilir” e gelip dayanıyorsunuz ya “Kendini Arayan İnsan” karşımızda dimdik duruyor, şaşkın, tedirgin, evhamlı. Bu soruyu Rahmetli Ahmet Arvasi yapmıştı.  Oysa iman edip teslim olmak emredilmiştir. Şeksiz ve şüphesiz, pürüzsüz bir teslimiyettir iman. Yunus’un “İlim ilim bilmektir” dediği nokta da burasıdır.  Ebu Süleyman Darani’ye “tasavvuf nedir” diye soruyorlar; “zamanın ilmini bilmektir” cevabını veriyor.
 
Talat Sait Halman’nın güzel bir beyti var;
“Hiç ölmez ateş, sönmese kalbindeki kor
Gök sevgi duyarsa koncanın solması zor”
Şairin bu deyişine dikkatle eğildiğimizde içten, sessiz ve samimi bir yakarış halinin gökle temasa geçtiği dikkatlerimizden kaçmıyor. Fuzuli dedemiz, fazlalık anlamında bir mahlas kullanarak kendisini yüreklere armağan etmiş, hiçliğe talip olmuş, bilinmek istememiş, bizler ise bilinmek için verdiğimiz emek şükre olsaydı, fikre olsaydı, zikre olsaydı başka sonuçlar elde edebilirdik. Birazcık halleri düzeltip tevazu sahibi olmak icap ediyor.
 
Asırlar öncesinden Niyazi Mısri’ye burada kulak vermek gerekiyor. Çünkü bu beyitle şairimiz birliğin, tevhidin sırrını keşfetmemizi istiyor. Her an yenilenen, dirilişin devam ettiğini haber veriyor;
“Dışın içe hayâlâtı, için dışa zuhûrâtı
Birinden ol birine tuhfeler her-bâr olur peydâ”
Gönlün yani kalbin durumu yüze yansır, göze yansır. Davranışlara hükmeder kalp. “Bir yumruk parçası diye niteleniyor “ o sağlam olursa vücut sağlam olur o bozuk olursa vücut bozuk olur. Davranışlara sirayet eden gönlün neyle meşgul olduğudur. Dolayısıyla gönlü güzelliklerle meşgul etmek icap eder. Bunu Kuran, “kalplerin tatmin oluşunun zikirle” olduğunu haber vermesiyle de taçlandırmıştır.
 
İmdi diyelim ki kişi güller arasındaysa güllere dönüşür. Halide, ruhu da, bedeni de gül kokar.
Kişinin bulunduğu ortam-alan kişiyi de besleyen alandır. Biz biraz da dönüp kendimize bakmalıyız. Zamanımızı daha çok neyle meşgul ediyoruz? Nerelerde nasıl hayatı şekillendiriyoruz?
 
Güftesi Namık Kemal’e ait Hacı Arif Bey’in bestesinden dillere destan olmuş eserin ilk dörtlüğü şöyle;
“Olmaz ilaç sine-i sad pâreme
Çare bulunmaz bilirim yâreme
Baksa tabiban-ı cihan çâreme
Çare bulunmaz bilirim yâreme”
Çaresizliklerin de çare olduğunu anlamak gerekli. Şiirde kast edilen mecazi-değişmeceli anlamların ötesinde bir bedende can olmak biraz da duyguların, hislerin, tercihlerin, tepkilerin bir teslimiyeti taşıması ve öylece zaman içinde renklerin, hallerin, durumların benzeşik bir hal almasından ibarettir. Yoksa, tek bedende iki ruhun ittifakı söz konusu değildir. Olan hisler dünyasında ki benzeşmeler, anlardaki örtüşmelerdir.
 
Sözlerimizi toparlayacak olursak; an-gün-dem içinde bulunduğumuz vaktin bizatihi kendisidir. Bu ana şahitlik ettiğimiz, bu vakti son vakit bildiğimiz an, mesele kalmamış demektir. Niyazi Mısri şöyle söylüyor;
“İbnü’l-Vaktem ben Ebü’l- Vakt olmazem
Abd-i mahzım ben, tasarruf bilmezem”
Yani, “Ben vaktin çocuğuyum, vaktin sahibi değilim, mutlak bir kulum, mutlak bir kulluk içerisindeyim. Ariflerin tasarrufu bende yok” diyerek tevazu elbisesine bürünüyor. Uzun mesele burası, böyle kalsın en iyisi.
 
Muhtacım sana, vaktin sahibine muhtacım
Şifana geldim ben şefaatine muhtacım
 
Vesselam.
 
9 Şubat 2021 – İstanbul
 

Makale Yorumları
Makaleye ait yorum henüz yok.
Makaleye Yorum Yazın
Yazarın Diğer Makaleleri