HAZİRANDA ÖLMEK ZOR
Haziranları sevmiyorum. Kimler ne derse desin sevmiyorum. Kimileri pazarları, bazıları pazartesileri sevmez ya al benden de o kadar ben de Haziranları sevmiyorum. Sevilecek, gülüşecek hal mi bırakıp gitti insanda. Kış boyu uykuda kalmış börtü böceklerin kımıl kımıl hareketlendiği martı, nisanı, mayısı alıp götürmüş. Sarartmış bütün endamı güzel çiçeklerimi, hanımellerini, pıtırcıkları, yaseminleri, hanımellerini, sarmaşıkları. Nerede cümbür cemaat yol kenarlarını, cumbalı evleri, pencereden aşağıya doğru salkım söğüt balık ağızları, bağları, bahçeleri dolduran çiçekler, arılar ve kelebekler? Kertenkelelerden oldum olası hoşlanırım. Çok zarif, ince bir yönleri vardır. Sanki baktıkça baktırırlar kendilerine, şeffaftır tenleri.
Bir de bu vakitler, ipekböceklerine koza ördürürdük çocukluk yıllarımızda. İpekböceğine ver dut yaprağını, sana örsün kozasını. Senden ne başka aş ne başka iş ister. Dünyanın en kıymetli dokuma ustalarıdır onlar. Kertişler başlarını bir taşın üstünden uzatsa ürker, göz göze gelemeden kaçarlar. Bakanlar da ürker ve kovalarlar. Çocuklar genellikle o hayvancağıza fırlatırlar ellerindeki taşları. Girecek bir delik arar kertişler. Bir de bukalemunlarımız olurdu eski vakitlerde, nereye koysan oranın rengine dönüşürler, görünmezlik zırhına bürünürlerdi. Şu varlık âlemi, tabiat âlemi, kozmos denilen âlem ne acayip bir âlemdir. On sekiz bin âlemden bahsedilir ya, say deseler on-on beşi geçmez sayabileceğimiz. İstersen otur âlemleri say bakalım, kaç âlem sayabileceksin delikanlım? Neyse bak haziran deyince yemyeşil tarlalardaki ekinler sarıya dönüşüvermiş o albenisi birden bire kaybolup sararıvermiş, sonra buğday ambarlarını dolduruvermiş. Elbette buğdaya ant olsun, bire yedi, yediye yetmiş, yetmişe yedi yüz verene şükürler olsun.
Devri daim böylesi bir şey işte.
Ben artık sevmiyorum Haziranı. Orhan Kemal'i, Nazım Hikmet'i, Ahmet Arif'i, alıp götürmekle kalmamış, Cahit Zarifoğlu'nu, Abdurrahim Karakoç'u da gömmüş toprağa. O da yetmezmiş gibi Cemil Meriç, Peyamı Safa, Ahmet Muhip Dranas gibi niceleri de çekip gitmişler geldikleri diyarlara.
Şairler, ağızlarına geleni söyledikleri bilinir. Kalemlerine dikkat etmezlerse eyvah ki ne eyvah yeminler edilen kaleme. Bundan olsa gerektir ki 16. yüzyıldan bizleri uyarmış Fuzuli Hazretleri. Demiş ki; "şair sözü yalandır". Bunun üzerinde uzun uzadıya durulması gerekir ya bu faslı başka bir zamana bırakalım. Lakin unutmayalım ki eylemlerimizle yaşar, eylemlerimizle değerlendiriliriz. Bak işte sizlere bir örnek şairin dediğine bakın; "Haziranda Ölmek Zor" demiş demesine de halt etmiş demekten kendimi alıkoyamadım. Şairimiz bana gücenmesin. Nazım Hikmet'in ardından biriktire biriktire tamı tamına on üç yıl sonrasında bir çırpıda söyleyivermiş işte bu şiiri. Öldüler işte, öldüler, vakti gelende her bir insan geldiği diyara çekip gidiyor. Dur gitme demeye ne kimsenin gücü yeter, ne de böylesi bir çabanın bir anlamı olmaz. En güzel mevsimlerindeyken meyveler yere düşer gibi tek tek koptular gövdelerinden. İncirin düşmesi gibi, elmanın, narın, ayvanın düşmesi gibi gönlümüze birer alev, birer yük bırakıp gittiler.
“Sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
Yaralı bir şahin olmuş yüreğim
Uy anam anam
Haziranda ölmek zor” diye diye gitti Hasan Hüseyin Korkmazgil
Dedim ya ben haziranı sevmiyorum. Tek tek yapraklarımı koparmışlar, dallarımı kırmışlar, köklerimi zedelemişler gibi ağır geliyor bunlar. Şiirler, romanlar, hikâyeler, denemeler öksüz kalmış gibi içim acıyor. Bütün bunlara rağmen biliyoruz ki her şeyin bir kaderi var. Vakti gelen tehirsiz gitmektedir. İnsanların hoşuna gitse de gitmese de, erken bulsa da bulmasa da vakit tamam denildiğinde saniye ileriye, geriye bırakılmadan gidiyor. Böylelikle geçici olan yeryüzü ebedi olan ahiret yurduna geçilmiş oluyor. Haziranın sevilip sevilmemesi, bazı şeylerden hoşlanıp hoşlanmama durumu, böylelikle izafi bir duruma dönüşüyor. Haziran ayında kaybettiğimiz kıymetlere şöyle bir göz attığımda ilk gözüme ilişenler şunlar;
2 Haziran 1970 yılında Orhan Kemal, 1991 yılında Ahmet Arif,
3 Haziran 1963 yılında Nazım Hikmet aramızdan hüzünle ve hüzünler bırakarak ayrılıyor Ölümünden birkaç ay önce şöyle yazıyor;
“Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü
kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
Merdivenler daracık”
Her sabah kapıya bırakılan gazetelerini aldıktan sonra kalbi durur ve sessizce ölür. Karısı yatağından çığlıklarla fırlayarak başucuna geldiğinde çoktan gitmiştir bu dünyadan. Bakınız o anını nasıl anlatıyor:
“Koridora fırladım ve askılığın yanında yerde gördüm seni. Sırtınla kapıya yaslanmış, elinle yere dayanmış, bir bacağını Türk usulünce altına almış, ötekini hafifçe ileriye uzatmış, oturuyordun. Beyaz ve alışılmadık bir şekilde sakin yüzünün anlatımından daha ilk saniyede anladım ölmüş olduğunu.”
Rusya’nın ünlü edebiyatçılarından Turgenyev, Çehov, Gogol ve Mayakovski gibi yazar ve şairlerle aynı mezarlığa konuluyor Nazım. Sonrası malumdur.
4 Haziran 1933 yılında Ahmet Haşim şiiri, yazıyı bırakarak gider. Aslında her merdiven basamağının ömrümüzden birer basamak olduğuna işaret ederek şöyle söyler;
"Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak
Sular sarardı, yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta
Eğilmiş arza kadar, muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı, neden tunca benziyor mermer
Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta".
7 Haziran 1987 yılında Cahit Zarifoğlu, 2012 yılında aynı gün Abdurrahim Karakoç aramızdan ayrılarak ebedi yurda yerleşirler. İki büyük şairin birlikte cennetten bizlere tebessüm ettiklerini, yolumuz gözlediklerini düşünmekte hiç bir beis görmüyorum.
Şair ve yazar Ferman Karaçam, Cahit Zarifoğlu için; "Onda, biraz Fethi Gemuhluoğlu ya da daha geriye gidersek Yunus Emre fıtratı vardı" diyor.
Kanserden dolayı 2 ay gibi kısa bir sürede aramızdan ayrılmıştır. Son yılların en çok dikkat çeken ve gençlerin önemsediği şairlerden biridir. Bir şiirinde şöyle sesleniyor;
“Anılar defterinde gül yaprağı
Gibi unutuldum kurudum
Başıma düştü sevda ağı
Bir başıma tenhalarda kahroldum
Sen kim bilir rüzgârlı eteklerinle
Kim bilir hangi iklimdesin, ben
Sensiz bu sessizlikle
Deliler gibiyim sensiz
Bu sessizlikle
Ayrılıkla başım belada
Gözlerini çevir gözlerime
Yoksa sensiz bu sessizlikle
Deliler gibiyim
Sensiz bu sensizlikle”.
Abdurrahim Karakoç ise "Suları Islatamadım" da şöyle seslenir;
“Beşerin zulmünden yüce Allah’ım
Senin rahmetine sığınıyorum.
Yalnızca sen oldun istinatgâhım
Senin rahmetine sığınıyorum.”
13 Haziran 1987 Cemil Meriç Üstadımız, 1984’te felçlik geçirir. 1987 yılının Haziran’ında ise beyin kanamasıyla bizleri yapayalnız bırakarak "Bu Ülke"yi emanet ettiğinde "Jurnaller” inde kelimelerin nasıl da içli bir aşkla yakarışa dönüştüğünü mırıldanır;
“Arzularımı susturamıyorum. Şımarığım, yaramazım, alçağım. Sel yatağına çekilmedi henüz. Mektuplarınla yaşıyorum. Garip bir hayat bu, seninle yatıyor, seninle kalkıyorum, ama yine de mütehassir (hasret çeken, özleyen)im, yine de… Lamiam benim, bütünüm, kemalim, zindanımı aydınlatan ışık, gözbebeğim.
Dünya kapkaranlıktı, bir kâbusu yaşıyordum. Bir akşam sen belirdin ufkumda. Önce sestin, ışıl ışıl bir ses. Sonra alev oldun. Şimdi şafağımsın, Lamiam.
Yıllar pencerelerimizden kuşlar gibi uçup gidecek, biz, ölüm dudaklarımızda son şarkımızı yarıda bıraktığı gün aynı ürperti, aynı susuzluk, aynı hayranlık içinde can vereceğiz.
Sen benim vatanım, beşiğim, mezarım, kâinatım-sın.”
15 Haziran 1961 yılında Peyami Safa aramızdan ayrılırken "Yalnızız" haberiniz olsun diye hatırlatarak "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu"nun yolunu gösterirken "Biz İnsanlar"a, "Gün Doğuyor" piyesiyle çok çalışılması gerektiğine işaretler bıraktı. Resimli Ay’da başlatılan “Putları Yıkıyoruz” kavgasında da Nâzım Hikmet’le beraber hareket eden Peyami Safa bu yüzden sık sık Bolşeviklik’le suçlandı, fakat kendisi her seferinde bu iddiayı reddetti. Nâzım Hikmet ve çevresiyle ilişkilerini Resimli Ay kapandıktan sonra da sürdürdü. “İki yaşımda iken babam ve kardeşim Sivas’ta on ay içinde öldü. Böyle kısa bir fasılayla hem kocasını, hem çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran bir facia beklemek vehmi ve yaklaşan her ayak sesinde tehlike sezmek korkusu böyle bir başlangıcın neticesidir” diyor.
27 Haziran 1980 yılında Ahmet Muhip Dranas aramızdan ayrılıyor. "Fahriye Abla" şiiriyle ünlenen şairimizin bu şiiri beyaz perdede sinema filmi oluyor. Aslında Dranas, Fahriye Abla şiiriyle anılmasından oldukça rahatsızlık duyuyordu. Tıpkı Necip Fazıl'ın "Kaldırımlar" şairi olarak değil "Çile" şairi olarak anılmak istemesi gibi. Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Nurullah Ataç tarafından şiirleri eleştirilmiş olsa da ressamlığı daha bir öndeydi. Resim sanatındaki iddiasını eleştirel bakışıyla dönemin önemli ressamları olan Feyhaman Duran, Bedri Rahmi, Cemal Tollu, Hikmet Onat gibi ressamların canına okuyacak kadar eleştiriler yaptı. Yine de Fahriye Abla şiiri onun şair kimliğini öne çıkardı. 71 yaşında Ankara'da aramızdan ayrıldı. Bakınız ondan bir kaç mısrayı yüreğinize bırakayım;
“Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ
Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana;
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana”
Sayısız düşünce, sanat, edebiyatçı ve şairlerin haziranda bizleri bırakıp gitmesi ağırıma gittiği için ben bu hazirandan hoşlanmadığımı-sevmediğimi açıkça söylüyorum. Bu söyleyiş biçimim asla bir isyan değildir. Asla kadere rıza göstermemek hiç değildir. İnsan birilerini, kalem sahiplerini, devlet büyüklerinden çok kıymetli bulduklarını, aileden ya da aileden gördüklerini kaybedince çok üzülürler ya benimkisi de aynen öyledir. Bakınız şiir nasılda dile gelip kalbimizin, ruhumuzun tellerine dokunuyor;
Yakalandığımızda bahardı
Sarı sıcaklar yaktı kavurdu
Kışa dönüşen ruhuma ayazlar vurdu
Oysa sen İstanbul'dun
Her şey, yerli yerinde İstanbul'du
Bir de gözlerin vardı denize bıraktığım
An gelir yeşil, mavi, rengârenk
Kıyısında delişmen oğlanların gezdiği Sarıyer
Ah benim yüzüm, sarıçiçeğim Üsküdar
Sen diye kokluyorum
Sen diye seviyorum
Sen diye sesleniyorum çiçeklerime
Gel baharım, gel tavus kuşum, gel
Ben ezelden beridir sana vurulmuşum
Güzeldi evet, badem çiçekleri bahçede koşuyorlardı
Fesleğenler, zambaklar bir de kiraz ağaçları vardı
Güllerin kokusunu, uykusunu söylemiyorum
Sümbülleri şubata, nergisleri marta mı bırakmıştık
Biz gele gele şimdi hazirana mı düşmüştük
Sevmiyorum ben haziranı
Sevmiyorum işte
Alıp götürdü nice sesleri
Nice şiirler, romanlar yarım kaldı
Eyvah haziranın kapısına mı bırakıldı ömrüm
Bilemiyorum
Acaba diyorum Dostoyevski "Yer Altından Notları", Balzac "Vadideki Zambağı" Sezai Karakoç "Mona Rozayı", Ümit Yaşar "Leyla"yı yazarken mevsim kaçtı? Ay, gün ve yıl kaça gelmişti? Saatlere sis bulutları mı çökmüştü?
Şairler sormaz, yapılması gereken neyse onu yaparlar ya, işte şiir orada kaynatılır, orada pişer ve oradan doğar, dağıtılır yeryüzüne. Şairlerin, kalem sahiplerinin evrenidir yaşadığımız dünya. Kayıp eşyalarını arar gibi ararlar kelimeleri, harf harf, hece hece arayarak bulurlar mısralarını. Tezgâhlarında yeni, yepyeni kumaşlar üreterek dokurlar şiirlerini, öykülerini, roman ve sanatlarını.
Bakış nedir diye sordu kadın;
"Aşkın adıymış, simidin tadıymış, bir anlık bakışmış" diye cevapladı şair.
Ah benim solmayan yanlarım
Ah benim deli taylarım
Daha güzel olacak, güzel günler göreceğiz ey çocuk
Şimdi büyüt umutlarını diye yazdı şair Kudüs için
Ben seni anlıyorum
Acıyı nasıl kaynattığını
Hasreti nasıl dilim dilim ettiğini
Ve aşkı üzüm taneleri gibi topladığını
Bir de, atlıkarıncalar neden durmayı bilmez
Niçin sabah esintisi yüzümü okşar
Ki bazen ekşi elma dişlerimi kamaştırır ya
Öylesi içli
Öylesi savruk
Ve öylesi kurak iklimleri kovuyorum bu hazirandan
Sana geliyorum işte, ezelden ebede doğru okunan her ezanla
"Aşk Risalesi"nde rahmetli Erdem Bayazıt şöyle sesleniyordu;
"Yaslan göğsüme sevdiğim
Benim gönlüm gök gibidir, açık deniz gibidir
Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir
Toprak gibidir
Sen ki bulut gibisin
Ay gibisin, güneş gibi bazen".
3 Haziran 2021 -İstanbul