Adil ŞEN
Dil, insanların birbirleri ile duygu ve düşüncelerini paylaşma, meramını ifade etme, anlama, anlatma ve anlaşma aracıdır. Bütün insan toplulukları için bu hakikat değişmez. Hatta biz anlamasak da, anlayamasak da kâinatta bulunan bütün varlıkların bir anlaşma ve anlatma lisanı vardır. Arılar, kuşlar vb. bütün mahlûkat kendi dilince bir şeyler söyler. Kimi lisân-ı hâliyle, kimi de lisân-ı kâliyle… Ama gel gör ki anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna azdır.
Dil ile hayat telakkimizi nesilden nesile aktarır, bir millet olmanın maddi manevi hazzını yaşarız. Böylece ferdî ve sosyal hadiseler anlık olup-biten olaylar değil, maşeri vicdanda her dem taze tutulan hatıralar olarak yerini alır ve zamanı geldiğinde şarkı, türkü, ağıt, atasözü, deyimler, kalıplaşmış sözler olarak her seferinde gelir gündemimize otururlar… Böylece dil yani konuştuğumuz lisan, geçmişle gelecek arasında bir köprü vazifesi görür. Dil, aynı zamanda ilim-kültür ve irfan dünyamızın beslendiği bir hazine ve mili-manevi seciyemizi/karakterimizi belirleyen umumi hafıza durumundadır.
Bu umumi hafıza, bir topluma önceki nesillerden tabii bir aktarımla gelmiş muazzam bir yekûn tutar. Yani bir gecede bir kararla dil oluşmaz ve oluşturulamaz da… Fakat Türkçe’nin başına gelen musibet, bundan daha beter bir durumdur. Asırların imbiğinden süzülerek yirminci yüzyılın başına kadar gelen ve bir edebiyat, ilim, hukuk külliyatı meydana getiren dilimiz, bin dokuz yüz yirmili yıllarda çeşitli yönlerden budanmaya hatta kökünden kurutulmaya çalışılmıştır. Hazin olanı hiçbir zaman fiilen sömürge olmamış ülkemizde, dildeki tasfiye hareketi, sömürge durumuna düşmüş ülkelerdekine benzer bir şekilde devlet eliyle yürütülmüş ve bugünkü nesiller daha otuz kırk yıl önce yazılan Türkçe metinleri anlayamaz duruma düşmüştür. Bütün sağlıklı toplumlarda lisan, ortak anlaşma aracı iken, bizde kavga mevzuu olmuştur. Daha da hazini baba evlat anlaşamayacak duruma gelmiştir... Okul müfredatında kullanılan ve sun’i ve zoraki öğretilen dil, hem kelime dağarcığı olarak çok fakir, hem de ait olduğu millete yabancı bir sürü anlamsız kelime üretilmiştir. Yeni nesiller, uydurulan bu yeni kelimelerle yetiştirilirken, önceye ait ne kadar müşterek değerimiz varsa bir anlamda işlevsiz kalmıştır. Çünkü mefhumları ifade eden kelimeler, mektep kitaplarından ayıklanmış ve zamanla unutturulmaya çalışılmıştır. Mesela; mektep kitaplarında ırz, namus, iffet, izzet, ismet, mahrem, nâmahrem, helal, haram, cihat, istiklal, ümmet vb kelimeleri göremezsiniz. Millet bile ‘uyuz’ vezninde ‘ulus’ olmuştur. Dolayısıyla altı yaşında okul sıralarına başlayan sabi, sübyan, on iki yıl sonra liseden mezun olduğunda mukaddesâta ait bütün mefhum/kavramlardan habersiz olarak hayata veya üniversiteye adım atmış oluyor. Adeta uzaydan gelmişçesine kendi dil, kültür ve medeniyetine yabancı nesiller için bugün, günlük biyolojik hayatını sürdürmek adına her yol mubahtır. Çünkü maneviyat tarafı yok sayılmıştır. Biliyoruz ki manevi değerlerin en mühim unsurlarından birisi, dildir. Bugün on sekiz yaşındaki bazı gençlerin zihin dünyasında mukaddes ve muazzez kavramlar varsa, tahsil gördüğü okuldan değil, aileden ve mahalli çevreden aldığı terbiye sayesindedir. On yıllar boyunca, dilde yapılan sözde sadeleştirme işi, tasfiyeden de öte katliama dönüşmüştür. Uydurulan kelimeler kahir ekseriyet tarafından kabul görmeyince de, katledilen, unutturulan kelimelerin yerini İngilizce kelimeler almıştır. Basın yayın, iletişim araçları da bu doğrultuda hareket edince, bugün meramımızı ifade etmek için gelişigüzel yabancı kelimeleri araya sıkıştırmadan konuşmak ve yazmak nerdeyse imkânsız hale gelmiştir. Sonuçta Türkçe değil de ‘Türkilizce’ denilebilecek bir garabet durumla karşı karşıya kalmış durumdayız. İmalatı yapılan eşya markaları, gençlerin elbiselerindeki yazılar, logolar, çarşılarımızdaki dükkan levhaları İngilizce’nin işgal ve istilasına uğramıştır. Yetmiş yıl bilfiil Rus işgal altında kalmış, Müslüman Türk soydaşlarımız her türlü Ruslaştırma faaliyetine rağmen, görünüşte de olsa bağımsızlıklarını elde ettiklerinde gördük ki, onların Türkçesi bize göre daha az tahribat almıştır. Osmanlı yıkılmadan hemen önce bin dokuz yüz onlu yıllarda İstanbul’da yayımlanan gazeteler bir gün sonra Kırım’da, Bakü’de Semerkant’ta okunuyordu. Elif-ba/alfabe ve kullanılan kelimeler müşterek idi. Önce Elif-ba/alfabe, sonra da kullanılan kelimeler değiştirilince, bugün bir Özbek, Kazak veya Azeri Türkü ile bir Türkiye’li gencin anlaşma şansı kalmamıştır. Mesela, ‘anıt, yanıt, kanıt, töz, olanak, olasılık, metük, gömüt vs. sözcükler (!) bu soydaş kardeşlerimize bir yabancı dil kadar uzaktır. Bizim gençlerimizin, bırakın Şehriyar’ı, Cengiz Aytmatov’u anlaması, bu fakir ve yabancılaşmış Türkçeleri ile kendi Şarkılarımızı ve Türkülerimizi bile anlamaları imkânsızdır. Mesela daha dün kadar yakın bir zamanda vefat etmiş merhum neşet Ertaş’ın ‘ Garibim can yakıp gönül kırmadım, Senden ayrı ben bir mekân kurmadım, Daha bir gönüle ikrar vermedim. Batınım sen oldun zahirim sensin, Evvelim sen oldun ahirim sensin’ türküsünü anlayacak, mana ve muhtevasına muttali olacak kaç gencimiz vardır? Daha geçen hafta, emsali iki kızın kafasını kasap gibi kesip İstanbul surlarından atarak, kendisi de intihar eden gence ‘can yakıp gönül kırmaktan’ acaba bir Allah’ın kulu bahs etmiş midir? Akşamdan sabaha flört değiştiren, haftada bir ayrı oynaş tutan genç için ‘bir gönüle ikrar vermek’ kavramını anlatmak için konferans vermeniz icap eder. Pozitivist felsefe ile yetişmiş genç için ‘bâtın ne demek, zâhir ne demek? Tarihine sövdürülerek yetişen zombi yaratık için ‘evvel ne demek, âhir ne demek? Eğer anlamaya niyet etse bu gençlere âşık Sümmani’nin ‘Ervah-ı ezelde levh-i kalemde, Bu benim bahtımı kara yazdılar’ türküsü üzerinden, Osman Yüksel Serdengeçti’nin ‘Bir nesli nasıl mahvettiler’ kitabını tahkiye edebilirdim.
Dil kelimesinin bizim lisanımızda bir başka manası da gönüldür. Atalarımız ‘kılıç yarası iyileşir, dil yâresi iyileşmez’ demişler. Yaramız ne kadar derin olsa da, çare ve merhem olsa gerektir. Üdeba ve ulemamıza pulsuz dilekçemizdir. ‘Kâtip arzuhâlim yar yâre böyle’ Selam ve duâ ile…