Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Alpaslan’ın, Malazgirt meydan muharebesinde, kendilerinden kat-kat fazla olan Bizans ordusunu mağlup etmesiyle, Anadolu’nun kapıları Müslüman Türklere açıldı. Müslümanlar o çağda, medeniyetin zirvesine ulaşmışlardı. Eğitim öğretim seviyesi çok yüksekti. İlk zamanlar şehir merkezlerine açılan medreseler, zamanla köylere kadar yaygınlaşmıştı. Bu okullarda hem sosyal ve fen ilimleri hem de dini ilimler en üst seviyede öğretiliyordu. Müslümanlar İslam’ı, Kur’an ve sünnet çizgisinde öğreniyorlardı. Müslümanlar ilim ve sanatta çok ileri düzeyde idiler. Avrupalılar ve Hristiyanlık dünyası adeta karanlık çağı yaşıyordu. Kilise en büyük otorite idi. Din adamları olan papazlar ve rahipler eliyle halkı akla ziyan uygulamalarla cezalandırıp, servetleri ellerinden alınarak fakirleştirirken, hastalar, cin çarpmış diyerek terk edilip, hayatın dışına itilirken, Müslümanlar hastaları; kurdukları şifa hanelerde (hastanelerde) tedavi ediliyor, ameliyatlar bile yapılıyor, şifa dağıtılıyordu.
Hristiyan dünyası, Müslümanların sahip oldukları maddi ve manevi varlıklara hayranlık duyuyorlardı. Ayrıca hem Anadolu’yu hem de kutsal kabul ettikleri Kudüs’ü Müslümanlara kaptırmışlardı.
Hem kaybettikleri kutsal toprakları geri almak hem de Müslümanların sahip oldukları zenginlikleri yağmalamak ve İslam’ın batıya yayılışını engellemek için, tüm Avrupa ülkelerinden oluşan büyük bir haçlı ordusu hazırlayarak Müslümanlara karşı harekete geçtiler. Fakat her seferinde Müslümanlardan büyük darbeler yediler. Bu arada Müslümanlardan çok şeyler öğrendiler ve İslam medeniyetini de ülkelerine taşıdılar. Örneğin: Pusula, barut, kâğıt yapımını Müslümanlardan öğrendiler. Temizliği, banyo ve tuvalet kültürünü Müslümanlardan öğrendiler. Türk İslam mimarisinin yapım ve tekniklerini öğrendiler. Ayrıca dokuma, cam ve deri işleme sanatını da öğrendiler.
Haçlı seferleri esnasında yaralanan askerlerini götürmüyor, onları ölüme terk ediyorlardı. Onların durumuna acıyan Müslüman Türkler, onlara yardım ellerini uzatarak himaye altına alıyor ve onların yaralarını sararak tedavi ediyorlardı. Müslüman Türklerin bu müşfik davranışları karşısında haçlı askerlerinin birçoğu Müslüman oluyordu.
Avrupalıların bu yağmacı zihniyeti hiç değişmedi. Gittikleri her yeri çekirge sürüleri gibi hep talan ettiler, adeta kuruttular. Amerika kıtasına gittiler. Oralarda yaşayan kızıl derilileri katlettiler. Tamamıyla soy kırım uyguladılar. Kıtaya ilk ayak basan Avrupalıları, sevinçle ve hoşgörüyle karşılayıp, onlara ikramda bulunan oranın yerlisi Kızıl derili insanları öldürmeye başladılar. Henüz demirden yapılmış silahlarla tanışmamış, savunmasız bu insanları en acımasız yöntemlerle yok etmeye başladılar. Kadınların kızların kollarındaki ve kulaklarındaki kıymetli altın ve pırlanta takıları almak için onların kulaklarını ve bileklerini bile kesiyor hiç acımadan öldürüyorlardı. Yeni doğan çocukları, hatta hamile kadınların karnındaki bebeleri bile katlediyorlardı. İşlenen o cinayetleri vicdanı olan insan anlatmaya bile tahammül edemiyor.
Aynı katliamı ve yağmalamayı Afrika’da da uyguladılar. Afrika insanını gemilerle Avrupa’ya ve Amerika’ya taşıdılar. Onları toprak ağalarına parayla sattılar. O insanları köleleştirdiler. Köle pazarları oluşturdular. Yer altı ve yer üstü zenginliklerini yağmaladılar.
Bugün de bu katillerin torunları Ortadoğu da hem katliamlarını hem de yağmalarını sürdürüyorlar. Gittikleri yerlere sözde demokrasi, laiklik, insan hakları, kadın hakları gibi yaldızlı sözlerle gidiyorlar. Arkalarında kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmıyorlar.
Bugün Avrupa ve ABD de yaşadıkları modern ve lüks hayat, sahip oldukları zenginlikler tamamıyla yağma ve talan ettikleri servetlerden oluşmaktadır. Onların servetleri mazlumların kan ve gözyaşıdır. Bir gün bu kan ve gözyaşında inşallah boğulacaklardır.
Bugün ABD ve Batı; Yeryüzünün ilahı biziz diyorlar. Allah’ın yeryüzünde, Peygamberler eliyle oluşturduğu, merhamet ve adalet üzerine kurulu ilahi nizamını tamamıyla yok edip, yerine firavunlar ve nemrutlar egemenliğini kurmak istiyorlar. İnsanların, onların sahip oldukları demir ve teknoloji güçlerinin karşısında teslim olmalarını ve bütün inanç ve iddialarından vazgeçmelerini istiyorlar.
İnananlar ise Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi Firavun ve Nemrut’un karşısında gösterdikleri dik duruşu ve tevhit mücadelesini, Hz. Muhammet (SAV)in, Mekke müşriklerinin gücüne teslim olmayıp Allah’ın davasına sahip çıktığı ve sonunda Kâbe’deki putları yere serip, Allah’ın dinini hâkim kıldığı gibi, Putperest zihniyetlere teslim olmayıp, inandıkları davada mücadeleye ila nihaye devam edeceklerdir.
Bugün ki müstekbirlerin mukadder olan akıbetleri elbette kendiliğinden olmayacaktır. Bir mehdi ve İsa (as)beklentisiyle de olmayacaktır. Müslümanların hem kendi değerlerini, hem de tarihini iyi öğrenerek o medeniyete tekrar sahip çıkarak, İslam’ın cihat ruhuyla ve büyük bir özveriyle çalışarak, sağlam bir iman, ilim ve teknoloji ile bunu sağlayacaklardır. Allah’ın vadi de böyledir:
‘’Andolsun Zikirden sonra Zebur’da da: ‘’yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır’’ diye yazmıştık.’’ (Enbiya suresi 105)
Kötülerin ve kötülüğün sürekli payidar olamayacağını, iyiliğin asıl, kötülüğün ise arızi olduğunu, hâkimiyetin eninde sonunda iyilerin eline geçmesinin mukadder olduğunu bu ayet bize açıkça bildiriyor ve adeta müjdeliyor. Bize de sünnetullah’a uygun çalışmak kalıyor. Selam ve dua ile…