Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’a hamd, Rasûlullah’a salât ederek Saygıdeğer Okurlarımı Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketiyle selâmlıyorum. Cumanız mübarek olsun

Bu makalemde mevcut ekonomik durum üzerine mesnetli mesnetsiz, fakat palyatif “analizler” (!) yapılmakta olduğuna şahid oluşumdan dolayı, şartları “doğru okuma” noktasında bir katkı sunabilme umuduyla; çoğu zaman ihmal edilen “geçmişten ders alma” ve ayrıca “zamanı kavrama” hassasiyetimiz olması gerektiğine dikkat çekmek istiyorum.

İslamî düşüncede kişinin içinde yaşadığı şartları, mekân ve zamanı doğru algılaması gerektiği son derece önemlidir. Bu hassasiyet Tasavvuf’ta daha yüksektir. Nitekim “zamanı, zamanın şartlarını algılamak” anlamına gelen “vukuf-i zamanî” Nakşibendîlik’te “kelimat-ı kudsiyye” olarak bilinen on bir temel ilkeden biri seviyesine çıkarılmıştır. (Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İstanbul: İnsan Yay. 2002, s. 334-338; ayr.bk. ag.mlf, "Nakşbendiyye" Mad. TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul: c. 32, s. 342) Geleneğe vukufiyetle birlikte bu ilke gereği içinde yaşadıkları çağı ve o çağda gerek küresel ölçekte gerekse ülke bazında içinde bulunulan şartları çok iyi idrak etmeleri, özellikle gençliğin yetiştirilmesinde bir biçimde manevi irşad ve rehberlik görevi olan eğitimciler açısından, gençlerimizi geleceğe hazırlayabilmek noktasında çok daha önemlidir. Bu husus dikkate alınmadan gençliğe verilecek eğitim son derece yetersiz, hele hele geleceğe hazırlayabilmek son derece zordur. Oldukça önemli olan bu konuya temsil düzeyi yüksek bir örnek vermek istiyorum.

Hz. Ali (r)’ın hilafet dönemi (h. 35-40, m. 656-661) bir hayli sıkıntılıydı. Fitne ateşi yayılmış, fetihler durmuş, iç barış ciddi anlamda sarsılmış, hatta Sıffin Savaşı gibi iç savaşlar yaşanmak durumunda kalmıştı. Bu sıkıntılar malum olduğu üzere Hz. Ali (r)’ın bir suikast sonucu şehid edilerek canına mal olmuştu. Şimdi bu suikast ve sonrasındaki gelişmeleri nakledip değerlendirelim…

Abdurrahman İbn Mülcem adlı mel‘un, ‘fitne sebebi’ (!) olarak gördüğü Hz. Ali (r)’ı bir sabah namazında, kırk gün boyunca aralıksız hem bileyip hem zehir sürdüğü kılıcıyla mübarek başına vurarak yaralamıştı. Kılıçtaki zehir kanına karıştığı için iki gün yaralı halde yatan Hz. Ali (r) bunu niçin yaptığını sorunca;

“-Hüküm ancak Allah’a aittir ey Ali! Ne sana ne senin adamlarına!” demişti.

“Seni Allah rızası için öldürmek istedim!” dercesine, asırlardır yarası kalplerimizde hiç kapanmamış bu cinayeti işlediği için kendisiyle gurur duymuştu. Hz. Ali (r), yaşarsa gereken cezayı katile kendisinin vereceğini, şayet şehid olursa sadece öldürülmesini, ama kesinlikle işkence edilmemesini vasiyet etmişti. Buna rağmen katili sorgulayanlar, suikastı içlerine sindiremediklerinden, öfkeyle katile işkence etmişlerdi. Fakat İbn Mülcem sesini bile çıkarmamıştı. Öyle ki; Hz. Ali (r)’ın yeğeni Abdullah b. Ca‘fer, kızgın mil çektiği için iki gözü önüne akarken dahi katil sızlanmak yerine Alak suresini okumuştu. Dilini kesmeye kalktığında ise ağlamıştı. Onca işkenceye sesini çıkarmayıp da dilinin kesileceğini anlayınca ağlamasının sebebi sorulunca “-Acı duyacağım için sızlanmıyorum. Dilimi keserseniz Allah’ı zikredemem. Allah’ı zikretmeden (kelime-i şehadet getiremeden) dünyadan ayrılmayı çirkin gördüğüm için sızlandım!” diye cevap vermişti.[Bkz: İzzu’d-Din İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğabe fî Ma‘rifeti’s-Sahabe, (No: 1124), Adil Ahmed Abdü’l-Mevcud ve Ali Muhammed Muavviz (thk.), 2. Baskı, Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmiye Yay. 1423/2003, c. 3, s. 615]

Hz. Ali (r)’ı bu zihniyetteki biri vurmuştu. Evet, Hz. Ali (r)’ı, Allah’ın hükmünü ondan daha iyi bildiğini iddia edecek kadar hadsiz, zehirleyerek öldürecek kadar gözü dönmüş bir katil ‘Allah rızası için’ (!) şehid etmişti. Nitekim Hz. Ali (r)’ın fitneleri bastırıp huzuru sağlamaya çalıştığını anlamakta dahi zorlanan ve olanların onun hatası olduğunu düşünen birisi, ilk iki halifeye öykünerek ve ona kinaye yaparak; “-Müslümanların hali neden böyle! Ebu Bekir ve Ömer iş başındayken kimse onlara muhalefet etmediği halde sen iş başına gelince neden Müslümanlar kendi aralarında ihtilafa düştüler?” demişti. Hz. Ali (r)’ın cevabından önce bu sorunun ne anlama geldiğini düşünelim. Bu söz zımnen; “Ey Ali! Sen onlar gibi yönetemiyorsun! Fitne senin yüzünden çıktı!” anlamına geliyordu. Bu detayları bilmeyenler belki de “Böyle bir şey nasıl olur!” diye inanmakta veya böyle bir zihin yapısını anlamakta zorluk çekebilirler. Fakat şu analiz bu zihniyeti anlamaya yardımcı olabilir. Zaten vukuf-i zamanî derken kastımız da bu küçük analiz ile daha iyi anlaşılacaktır.

Bu söz kime karşı söylenmişti? Rasulullah (sav)’in hem de kendi evinde bizzat yetiştirdiği amcaoğlu ve damadı, Kur’an’ın nüzül sürecinde defalarca Hz. Cebrail (as)’la aynı ortamda bulunmuş bir vahiy kâtibi, tüm zamanların peygamberler hariç en üstün ilk dört isminden, yani cennetle müjdelenmiş on Sahabiden biri, Müslümanların 4. halifesi, insanlığın yüz akı Hz. Ali (r) gibi bir zata karşı söylenmişti.

Bu sözü söyleyen kimdi? Rasulullah (sav) vefat ettiğinde 3, Hz. Ömer (r) şehid edildiğinde 15, Hz. Ali (r)’ın halife olduğu 656 yılı itibarıyla en çok 27 yaşındaydı. Peki, bu ne anlama geliyor?

Rasulullah (sav)’in vefatından Hz. Ali (r)’ın halife oluşuna kadar çeyrek asır geçmiş, bu sürede Mısır’dan İran’a, Afrika’dan Ermenistan’a kadar birçok bölge fethedilmiş, İslam’a bir devlet düzeni verilmiş, refah düzeyi çok yükselmişti. Rasulullah (sav)’in vefat ettiği gün doğan çocuklar, Hz. Ali (r) halife olduğu gün 25 yaşına gelmişler, yani Ashab-ı Kiram’ın çektiği çileleri ve Hz. Hamza (r), Hz. Mus‘ab b. Umeyr (r), Hz. Zeyd b. Harise (r) gibi Sahabilerin şehid edildikleri asimetrik savaşları görmemişlerdi. Çocuklukları ve gençlikleri refah içinde geçmiş, kısacası dünden habersiz, günümüzde ‘zamane gençliği’ diye tabir edilen yeni bir jenerasyon ortaya çıkmıştı. İşte Hz. Ali (r) gibi bir büyük Sahabiyi ‘beceriksizlik’ ile itham edebilecek kadar haddini bilmeyenler de Allah’ın hükmünü ondan daha bildiğini iddia edip, ‘Allah’ın hükmüne uymadığı’ gerekçesiyle, ‘Allah rızası için’ gözlerini kan bürüyerek suikast yapanlar da dünden habersiz yetişenlerdi. Hz. Ali (r) kuşak farkının bilinciyle, yani vukuf-i zamanî idrakiyle o haddini bilmeze şu muhteşem cevabı vermişti;

“-Çünkü Ebu Bekir ve Ömer benim gibi dürüst kimseler üzerinde halifeydiler. Bugün ise ben senin gibi kimseler üzerinde halifeyim.” [Abdurrahman b. Muhammed İbn Haldun, Mukaddimetü İbn Haldun, Abdullah Muhammed ed-Derviş (thk.), Dımaşk: Daru Ya‘reb Yay. 1425/2004, c. 1, s. 393. ayr.bk. Ag.mlf, Mukaddime, Süleyman Uludağ (çev.), 9. Baskı, İstanbul: Dergâh Yay. 2013, c. 1, s. 450.]

Hz. Ali (r)’ın “Senin gibiler” teşbihi; yönettiği kitleden bazılarının “Sahabeden daha iyi Müslüman olma iddiasında bulunma hadsizliğini” işaret ediyordu. “Onların arkasında benim gibiler vardı, benim arkamda ise senin gibiler var” demek istemişti. Zira Hz. Ali (r) “Dün Dersi” okumayan yeni nesille arasındaki kuşak farkını, hatta kuşak çatışmasını çok iyi kavramıştı. Tam bu noktada önemi daha da çok artmış olan; Sokrates’in (ö. m.ö. 399) şu muhteşem nasihatini hatırlamak ve üzerinde etraflıca düşünmek gerekmektedir.

“-Çocuklarınızı sizi izlemeye mecbur etmeyin (kendi yetiştirildiğiniz gibi yetiştirmeyin), zira onlar sizin zamanınızdan başka bir zaman için yaratılmışlardır." [Şehristanî, bu sözü belirtmeksizin Sokrates’ten “La tükrihu evladeküm alâ âsâriküm, feinnehum mahlûkûne lizemanin ğayri zemaniküm” şeklinde nakletmiştir. Bk. Ebü’l-Feth eş-Şehristanî, el-Milel ve’n-Nihal, Ahmed Fehmi Muhammed (tsh.), 2. Baskı, Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye Yay. 1413/1992, c. 2, s. 404]

Olağanüstü bir eğitim felsefesi içeren bu nasihat bizim için de geçerlidir. Zira bizler; hem dedesinden Çanakkale Savaşı anıları dinleyerek büyümüş, hesap makinesi bile kullanmamış bir nesille, hem de üç yaşındaki bebelerin tabletlere program yüklediği yeni bir nesille iç içe yaşıyoruz. Bu sözü dikkate aldığımızda geriye dönüşümüz imkânsız olduğu gibi, yapay zekâların istihdam edildiği Endüstri 4.0 Dönemi’nde, neslimizi dijital dehlizlerde sahipsiz bırakmamız, dijital mafyanın kucağına terk etmemiz de asla mümkün değildir.

Bizden öncekilere bizden sonrakilerin yaşam koşullarını belki anlatamayabiliriz. Ancak kuşaktan kuşağa tevarüs ettiğimiz milli ve manevi değerlerimizi bizden sonrakilere mutlaka aşılamalı ve aktarmalıyız. Çünkü değerlerimiz çağlar üstüdür ve değişmez. Bu noktada öncelikle yapılması gereken ise yetiştirmek zorunda olduğumuz yeni neslimizin nasıl bir dünyada, hangi şartlar altında yaşayacağını kestirebilmek, yani geleceği öngörebilmek ve sonra da bu öngörüyle mukaddes değerlerimizi ilahî ve nebevî eğitim ve öğretim yöntemlerini uygulayarak gençliğimize aşılamak ve onları geleceğe hazırlamaktır. (Bkz: İrfan Bayın, Kur'an ve Sünnetin Gölgesinde, Batman: 2021, s. 328-342) 

Aksi halde "dolar dolar" diye diye maazallah "Yeri Dolmaz" birçok değerimizi yitirmemiz mukadder olur!

İletişim: https://www.karabukanahaber.com/  sitesinden alınmıştır

İletişim: http://www.irfanbayin.com.tr/

Makale Yorumları
yorum
Metin Yalçın
03.12.2021 17:00:07

Allah razı olsun ustadım..Her devrin farklı şartları var, insanlar da kendi zamanlarının çocukları oluyor haliyle..Bu yüzden önceyi ve sonrayı birlikte değerlendirmek daha akılcı oluyor.. Yazınızdan her zamanki gibi çok faydalandım.Selam ve muhabbetlerimle

Makaleye Yorum Yazın
Yazarın Diğer Makaleleri
    Yazara ait başka makale henüz yok.